Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim değişikliği konularında ulusal ve uluslararası düzeyde çalışmalara imza atan Dr. Baha Kuban; sürdürülebilirlik ve enerji verimliliği çalışmalarında STK’ların rolünü ve dünyadan örnek çalışmaları Diyalog okurları için değerlendirdi.
Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim değişikliği konularında proje yönetimi, analizi, Ar-Ge ve politika tasarımı üzerine 23 yıldır emek veren Dr. Baha Kuban; Şişecam Ar-Ge’de yönetici ve Ecofys’te danışman olarak geçirdiği yılların ardından özel sektörde pek çok firmaya danışmanlık yaptı, belediyeler için sürdürülebilir enerji eylem planları hazırladı. Demir Enerji’de İklim Değişikliği ve Yenilenebilir Enerji Politikaları Danışmanı olarak görev yapan Dr. Kuban, 2000’lerin başından beri Avrupa Birliği Çerçeve Programları’nda hakemlik görevini sürdürüyor.
Enerji verimliliği ve iklim değişikliği üzerine çalışmalarınız nasıl, ne zaman başladı?
Benim şahsi hikayemde enerji verimliliği ile doğrudan karşılaşmam -çocukluğumuzda, çıktığımız odanın ışıklarını söndürmeye dair ana, baba telkinlerinin dışında- çalışma hayatına başladığım Şişecam Ar-Ge’de cam yüzeylerine ince film kaplamalarla ilgilenmeme denk gelir. O zamanlar Bakanlığın şekillendirmeye çalıştığı ulusal enerji verimliliği stratejileri ve bağlantılı kurumlar ağının sanayi tarafındaki unsurlarından biri olarak çok çeşitli çalışmalara ve platformlara, standart yapıcı oluşumlara katılıyordum. Tabii yine cam üretiminde enerjinin başat rolü nedeniyle, üretimde enerji verimliliği, uygulamalı Ar-Ge konularının en önde geleniydi.
Teknoloji Ödülleri’nde Şişecam’ın jüri özel ödülü kazanan başvurusunu hazırlarken, enerji verimliliğine ulusal politikalar düzeyinde yaklaşım konusundaki uluslararası deneyimlere çok daha yakından bakma, ekonomi düzeyinde katmanlı ve çok aktörlü programları inceleme fırsatı buldum.
Daha sonra şirketin bu alandaki politikalarının Avrupa Birliği nezdinde biçimlenmesine katkıda bulunurken de bu uluslararası birikimin zenginleştiğini söyleyebilirim. Evet, Türkiye nevi şahsına münhasır bir ülke ama dünyada oldukça eskiye dayanan, ciddi bir politika tasarımı deneyimi var, faydalanabileceğiniz ve sonuçlarını görebileceğiniz… Daha sonra gerek sanayide ve uygulama süreçlerinde gerekse yapılarda enerji verimliliği ile ilgili pek çok ulusal ve uluslararası çalışmada yer aldım. Bugün itibariyle, iklim değişikliği bağlamında enerji etkin bir sınai ve mekansal ekoloji yaratmanın dinamiklerine yoğunlaştığımı söyleyebilirim. Enerji verimliliği, yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygın kullanımı ile birlikte iklim değişikliğiyle mücadelede en önemli silahlardan biri, bildiğiniz gibi.
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) senaryolarında, farklı karbon fiyatları için sektörel azaltım potansiyellerine baktığımızda (soldaki grafik), yapı stokunun ön planda olduğunu söylemek mümkün. Özellikle kentsel enerji akışlarının önce ölçülmesi ve hesaplanması, azaltım stratejilerinin sonra hayata geçirilmesi, salım azaltımlarının hızlı ve dramatik şekilde gerçekleşmesinde en can alıcı yol olmaya devam ediyor. Türkiye gibi enerji ve karbon yoğun, kentsel büyümesi doludizgin süren bir ülkede belki de en yakıcı mesele bu… Yapı stoklarının yanı sıra mekansal gelişmenin belirlediği ulaşım biçimleri ve nitelikleri de, bu konuda en ön sırada gelen unsurlar tabii. Kentin fiziksel planlamasını enerji planlamasıyla birleştiren gelişme stratejileri, iklim değişikliği karşısında asgari gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Mevcut ve 2050’ye doğru kentleşme perspektifleri, gerek ekonomik değer yaratma, gerekse enerji tüketimi ve toplam seragazı salımlarındaki payları ile kentler, hem büyük bir endişe kaynağı hem de imkan olarak algılanmalı.
Kentleşme olgusu, tüm olumlu ve olumsuz nitelikleriyle 21. yüzyıla da damgasını vuracak gibi görünüyor. Ancak günümüzün kentleşmesi, kapitalizmin merkez ülkelerinin ilk kentleşme dalgasından hem ölçek hem de özellikleri itibarı ile muazzam farklılıklar içeriyor. Başta Çin olmak üzere, sistemin hızlı yayılma bölgelerinde, büyük yıkımlar ve doğal felaketler eşliğinde gerçekleşen bu yeni kentleşme dalgası, iklim değişikliğiyle başa çıkma girişimleriyle çok yakından ilgili. Kentler ve kentsel bölgeler nüfusları, ekonomideki ağırlıkları, 30-40 yıllık neoliberal politikaların alabildiğine şiddetlendirdiği iktisadi, bölgesel eşitsizlikleri ve yüksekkarbon gelişme doğrultularına kilitlenmeleri nedeniyle, iklim değişikliğiyle mücadelenin de sıklet merkezi olarak kabul edilmeli.
Uluslararası iklim değişikliği müzakerelerinin tarihi seyrine baktığınızda bu ağırlığın artışını rahatlıkla görebiliyorsunuz. Hükümetlerarası iklim görüşmelerinin fiyaskolarla sonuçlandığı son 20 yılda yerel yönetimlerin, kentlerin, kendi hükümetlerinden çok daha ileri siyasi ve toplumsal programları benimseyebildiklerini, 20-30 yıllık geleceklerine yönelik kimi ciddi adımlar attıklarını görmek mümkün. Yerel yönetimlerin oluşturdukları şemsiye kurum ve kuruluşlar; ICLEI’nin (International Council for Local Environmental Initiatives- Uluslararası Sürdürülebilirlik İçin Yerel Yönetimler Ağı) dünya çapında Dünya Belediye Başkanları ve Yerel Yönetimler İklim Koruma Anlaşması, ABD’de Belediye Başkanları İklim Koruma Anlaşması ve Yerel Hükümetler İklim Yol Haritası, Avrupa Birliği ülkelerindeki Belediye Başkanları Sözleşmesi (CoM) bu alandaki başlıca örnekler. Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliğiyle mücadele penceresinden bakıldığında, enerjinin insan yaşamı ve alışkanlıklarındaki merkezi yerini düşündüğünüzde, bugünün STK’larında arayacağımız nitelikler ve özellikler ortaya çıkıyor.
Sürdürülebilirlik ve enerji verimliliği çalışmalarında STK’ların rolü sizce nasıl olmalıdır?
Dar iktisadi ve sektörel çıkarları temsil eden STK anlayışı bugünün katılımcı, eşitlikçi toplum özlemleri ve olasılıklarıyla örtüşmüyor. Özellikle sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği gibi konularda meselelere salt teknisyen gözlükleriyle bakmanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Değişim ihtiyacı ve fırsatını yeni ve daha eşitlikçi/katılımcı bir dünya perspektifiyle birleştirebilmeliyiz. Gerçekten de başta kent düzeyinde ele alınacak politikalar bağlamında; enerji-iklim-eşitlik üçgeninin, bugün birbirinden ayrı dişliler şeklinde çalışan STK alemini ortak bir zeminde birleştirdiğini göreceksiniz. Bunun en kolay algılanabildiği yer kuşkusuz kentsel mekan. Örneğin Aalborg Taahhütleri yerel yönetimlere çalışabilecekleri sağlam bir zemin yaratıyor; sürdürülebilirlik, yerel iktisadi katma değer ve insani mekanlarda yaşama hakkı ete kemiğe bürünüyor. Avrupa Birliği ve ABD’de bu konuda güzel örnekler görmek mümkün. Yurttaşların, giderek kentlilerin düşük karbon yaşam tarzlarına, enerji etkin konutlara ve iş yerlerine, yürünebilir, bisiklete binilebilir şehirlere, yereli öne çıkaran iktisadi faaliyetlere sahip çıkmalarını nasıl sağlayacağız? Böyle söyleyince sanki bir ütopya dile getiriliyor gibi geliyor kulağa değil mi? Gökdelenler, “Dubaileşme”, otoyollar, batçıklar, AVM’ler ve sınırsız tüketim iştahı… Bunları normal büyüme olarak algılar hale geldik. Oysa, başka bir kentsel yaşam mümkün! İşte STK’lar ve güçlü işbirliği yaptıkları yerel yönetimlere burada büyük iş düşecek. Meseleyi bir takım teknik standartların hayata geçirilmesi olarak gördükçe, gerçek çözümü anlamaktan çok uzak kalacağız
Bu konuda dünyadan hangi öncü çalışmaları örnek verebilirsiniz?
ABD ve Avrupa’da pek çok sektörde başarılı STK’lar var. Özellikle enerji sektörlerinde gerek enerji verimliliği gerekse yenilenebilir enerji alanlarında hükümetlerin, yerel yönetimlerle yakın ve verimli ilişkileri var. California eyaletinin 30 yıldır bu konudaki STK’larla yürüttüğü inatçı ve başarılı politikaların sonuçları ortada. California, ABD ortalamasının yüzde 25 altında enerji etkin bir ekonomiye sahip. Alman ve İskandinav toplumlarının ve onların içinden çıkan STK’ların toplum içindeki saygınlıkları ve karar vericileri etkileme düzeyleri de parmak ısırtıyor. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’yı yenilenebilir enerji teknolojilerinin lokomotifi yapan örgütlenmeleri de es geçmeyelim. Bunlar hep yukarıda sözettiğim klasik STK’lara örnekler.
Bilinen kalıpların dışında bir STK örgütlenme türü de var ki, gerçekten sıradışı… Almanya ve Danimarka’daki yenilenebilir enerji kooperatiflerinden söz ediyorum. Kooperatif örgütlenmesi aslında tam olarak bir STK örgütlenmesi sayılmayabilir; daha çok bir iktisadi faaliyet şekli olarak kabul ediliyor ama bence devlet dışındaki sivil topluma dayalı kitlesel ve sektörel bir kurumlaşma tarzı olarak kabul edilebilir. Enerji kooperatiflerinin Almanya ve Danimarka’daki muazzam başarısını iki rakamla göstermek istiyorum. Almanya’da tüm yenilenebilir enerji yatırımlarının yüzde 60’a yakını koooperatifler şeklinde örgütlenmiş, çiftçiler, bireyler ve yerel yönetimler tarafından yapılmış durumda. Ülkenin ve Avrupa’nın dev elektrik şirketleri EoN, RWE ve Vattenfall’ın payı yalnızca yüzde 7 civarında.
Danimarka’nın kurulu rüzgar kapasitesinin yüzde 75’i aşkın kısmının sahibi ise kooperatiflerde örgütlenmiş 150 bin aile… Bu ülkelerde toplam elektrik üretiminde sırasıyla yüzde 26 ve yüzde 50 yenilenebilir enerji payı olduğunu belirtelim. Almanya 2050’de yüzde 80, Danimarka yüzde 100 yenilenebilir enerji tedariği hedefliyor. Elektrik sektöründe arzulanan düşük karbon dönüşümünün gerçekleşmesine bu şekilde katkıda bulunan, hayata geçirmekte olan enerji kooperatifleri bana göre çok başarılı örnekler. ABD’de de bu konuda ilginç gelişmeler var ama daha farklı ölçek ve nitelikte.
Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği konularında ülkemizin içinde bulunduğu konumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Örnek projelerin niceliği ve niteliği konusunda umut vaat ediyor muyuz? Türkiye’de her konuda iyi niyetle, inat ve fedakarlıkla çalışan insanlar ve kurumlar olduğunu biliyorum. Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği ile mücadele ve uyum meselesi, ekonominin bütününü etkileyen, bilim ve teknoloji politikalarından, tarım ve sanayi politikasına, kentli haklarından yerel yönetimlerin yetkileri gibi idari konulara, eğitim ve yurttaş haklarına uzanan, uzun vadeli, derinlemesine bakışlara ve öngörülere ihtiyaç duyuyor. Kimsenin umudunu kırmaya hakkımız yok elbette, kişisel görüşümü açıklıyorum, ama en azından yukarıdaki alanlarda mevcut durumumuz ve uzun vadeli politikalarımızın, ülkenin yetişmiş insan kaynağına, entelektüel birikimine, sanayisinin yeteneklerine, kaynak potansiyellerine ve genel olarak yapabileceklerine hiç yakışmadığını düşünüyorum. Ne kadar öngörülü olduğumuzu hemen örneklemek isterim: 1999 Marmara Depremi’nden sonra İstanbul’da deprem toplanma alanı olarak ayrılan kent arazilerinin dörtte üçünün AVM ve rezidans yapımına ayrıldığı söyleniyor. Başka söze gerek var mı bilmiyorum…